top of page

BASE (BAŞKENT ANKARA STRATEJİ ENSTİTÜSÜ)

ANALİZ-DOSYA / SİYASET BİLİMİ, Mayıs 2020

 

 YAKIN SİYASİ TARİHİMİZ İÇİN BİR ANALİZ ÇALIŞMASI

(2002 – 2020)

şevket bülent yahnici_edited.jpg

                                                                                                                                                                

                                                                                                                                                                                                     Şevket Bülend YAHNİCİ

GİRİŞ VE TAKDİM:

 

“Kurtuluş ve Kuruluş”a   yol açan Müdafa i Hukuk hareketinin başlangıcı olan 1919’un 100’ncü yılını idrak ettik. Bu sene Milli Egemenliğimizin 100’ncü yılını kutlamaktayız. 2023 yılı Cumhuriyetimizin 100’ncü yılı olarak kutlanacak.

Cumhuriyetimizin ilanından itibaren, 600 yıl devam eden bir büyük imparatorluktan geriye kalan vatan topraklarında var olmanın, yaşamanın, kalkınmanın, insanlıkta – demokraside – hukukta – çağdaşlaşmada ileri gitmenin ve uluslararası camianın şerefli bir üyesi olmanın kavgasını veriyoruz.

Çok partili döneme geçiş kararıyla başlayan, daha geniş, daha katılımcı, daha eşitlikçi, hak ve özgürlüklerin kullanılmasında daha hoşgörülü bir toplum yapısına ulaşma yolunda çetin ve engebeli bir yol yürüdüğümüz açıktır. 1950 – 1960 arasında bir iktidar tarafından halkı bunaltacak noktaya getiren baskı rejimi 27 Mayıs darbesiyle karşı karşıya kaldı. Sonraki yıllarda muhtelif kalkışmalar ( 21 mayıs, 22 şubat ) görüldü. 12 Mart, bir Muhtıra ile demokratik hayata müdahaleyi getirdi. 1980 12 Eylül’ü bir başka darbeyi… Ne darbeleri, ne darbelerin haklılığı ya da haksızlığını ve ne de ülkeyi bu noktalara getiren olay ve sebepleri tartışacak değiliz.

Magna Carta’dan beri bütün ülkeler ve toplumlar, daima daha iyi demokrasi, daha çok adalet, daha çok katılım, sağlıklı denge ve denetim, eşitlik, hak ve hürriyetlerin genişlemesi yolunda arayışlar içinde olmuşlardır. Bugün demokratik işleyişin örneği olan birçok ülkede de bu yönde verilen ve büyük bedellere mal olan mücadeleler yaşanmıştır. Düşününüz ki; dünya otoriter, otokrat, oligarşik sistemlerden ve bunları temsil eden tiranlardan kurtulabilmek uğruna büyük ve zorlu, pahalıya mal olan kavgalar vermiştir. Stalin, Hitler, Franko, Mussolini rejimleri 20. Yüzyılın birinci yarısında dünyayı kasıp kavurdu. Sonraki yıllar boyunca da Pinoche, Marcos, İdi Amin, Omer El Beşir, Kaddafi, Saddam gibi onlarcası sayılacak oligark tiran dünyanın muhtelif coğrafyalarında hüküm sürdü.

Bizi bir imparatorluğun küllerinden çekip çıkartan “kurtuluş ve kuruluş” iradesi daha 1920’lerde 1923’de “millet egemenliği”, “halk iradesi”, “çok partili demokratik rejim”, “parlamenter sistem” konularında kararlı bir yürüyüşle yola çıkmaktaydı. Bir “ulus devlet”i var etmenin, bir devleti oldurabilmenin; yokluk, imkânsızlık içinde ve yetişmiş insan yokluğu gibi onlarca olumsuzlukla boğuşarak sağlıklı işleyen bir demokrasiyi var etme olgusu elbette gecikmiş, yıllara mal olmuştur.

Ne işin mimarı Mustafa Kemal ne de Heyet i Temsiliye’den başlayarak yanında yer alan arkadaşları “tek adamcılık”, “zümreye dayalı bir oligarşi” peşinde olmadılar. İsteseler bu işe mâni olunamazdı.

İyisiyle, kötüsüyle eğrisi doğrusuyla, eksiği gediğiyle 1923’de başlatılan demokrasi yolundaki yürüyüş 2002 yılına kadar şöyle böyle devam etti. 3 Kasım 2002 tarihinde gerçekleştirilen seçimle başlanan ve 18 seneyi bulan ve halen içinde yaşamakta olduğumuz süreç, belki de dünyada ilk ve tek örneği ile, yukarıda saydığımız bütün bu konular için geriye gidişin, geriye dönüşün yılları oldu.

“Herkes gider Mersin’e, biz gideriz tersine” misali

Sistemin işleyişi mükemmel miydi, eksiksiz miydi, her şey güllük gülistanlık mıydı? Yok, hayır. Böyle bir iddiamız yok. Ama yine de “kuvvetler ayrılığı” söz konusuydu. “Denge ve denetim”- öyle böyle – işliyordu. Tam ve gerçek anlamda olmasa da – hele bugüne göre – yargı bağımsız sayılırdı, iyi kötü Meclis işliyordu, bütün negatif şartlara rağmen “medya” bir güç olarak yayın yapıyordu. Yüzlerce eksik, yüzlerce yanlış (Lider sultası, parti içi demokrasi eksikliği, siyasi partiler kanunu, seçim kanunu aksaklıkları vs.) yok değildi.

Fakat 2002’de başlayarak günümüze uzayan bir süreç her işin, her şeyin alt üst hale geleceği bir Türkiye manzarasının şahidi olacaktı…

İşte bu çalışma ile, 3 Kasım 2002’de başlayıp günümüze gelen 18 senelik çok yakın geçmişimize dair bir tahlil yapma ve kendi nokta i nazarımla olaylara bakma/yorumlama gayretinde olacağım.

Bu çalışma dahilinde yazacaklarım/sizlerle paylaşacaklarım bilmediğiniz hususlar olmayacak… Hepimizin beraberce yaşadığımız, hep birlikte şahidi olduğumuz konuları ben sadece hatırlatmaya çalışacağım. Hem de kendimden bir şeyler katmadan, uydurmadan. Sonra bütün bu olanları akıl ve mantık süzgecinden geçireceğiz… Atilla İlhan üstadın lafıyla bakalım “AYNANIN İÇİNDEKİLER”e…

 

3 KASIMA GİDEN YOL

Sayın Bahçeli, 7 Temmuz 2002 günü Bursa, Kocayayla’da “erken seçim” dedi ve tarih verdi; 3 Kasım 2002… Bakan arkadaşlarımızla, milletvekillerimizle, Parti yöneticileriyle görüşülmüş, konuşulmuş bir konu değildi.

2 Ağustos 2002 günü TBMM “erken seçim” kararı almış oldu. Aslında ne usule uygun bir oylama yapılmış ne de oylar sayılmıştı.

Meclis Başkanı “ben saydım” dedi ve kürsüyü terk etti. Meclis karar almış oldu.

3-4-5 Ağustos tarihlerinde “uyum yasaları” görüşüldü. Meclis tarihinin gördüğü, görebileceği en acayip, olağan dışı oturum ve görüşmelerdi. Bakanlar Kurulu’nun (MHP’li Bakanlar da dahil) imzalayıp Meclis’e sevk ettiği tasarılar konuşuluyor, görüşülüp oylanıyordu. MHP sözcüleri şiddetle muhalefet ediyorlar, öfkeli konuşmalar yapıyorlar, her maddede İstiklal Marşı okuyorlardı. Sonra tasarıda imzası olan Bakanlar dahil hepimiz ret oyu veriyorduk. Daha sonra da çoğunlukla oylanan tasarılar kanunlaşıyor; yine MHP’li Bakanların imzasıyla Resmî Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giriyordu.

Bu trajikomik tiyatronun oyuncuları olmuştuk.

3 Kasım’da seçimlere bu günlerin ardına sığdırılan bir seçim kampanyasıyla gittik. “ J.P Morgan’lı”, “Kemal Dervişli” bir kampanya dönemi !

3 Kasım 2002 seçimleri AKP’yi iktidara taşırken, 18 Nisan 1999 seçimlerinin kazananları olan siyasi figürleri, MHP-DSP-ANAP-DYP’yi devre dışına çıkardı. 1999’un %8 oy alarak Meclis dışında beklemeye kalan partisi olan CHP, DSP’nin bir kısım oylarını alarak %20’ye yakın bir oyla 2. Parti olarak Meclis’e girdi.

3 Kasım 2002’de başlayan ve günümüze kadar devam eden AKP İKTİDARI DÖNEMİ ile baş başaydık…

3 KASIMDAN 2007’YE KADAR AKP

1999 seçimlerinde Meclis’te temsil yetkisine kavuşan partiler DSP, MHP, ANAP, DYP ve RP olmuştu. RP “Millî Görüş” geleneğinden gelmekte olan bir partiydi. 21. Dönem Parlamentosunda, MNP – MSP geleneğinin partisi olarak giren parti ikiye bölünecekti. Bu bölünmenin sonucunda doğan AKP’nin, A. Gül, B. Arınç, M.A. Şahin, S. Kapusuz, A. Şener gibi isimler Meclis içindeki kadrosunun aslarıydı. Dışarıda da Recep Tayyip Erdoğan… AKP, 3 Kasım’dan başarıyla çıktı. Görünen oydu ki, Milli Görüş hareketinin MNP-MSP çizgisinden gelen oyları artık AKP’li olmuştu. % 10-11-12’lerde denilecek bu temel oy yapısının üzerine dini grupların, cemaatlerin birlikteliği, diğer sağ tandanslı partilerden ümidini kesen “merkez sağ” denilecek vatandaşların oyları da ilave olunca AKP başarısı ortaya çıkmış oldu. Bahçeli “erken seçim” isterken MHP’nin 522-23-24’lerde oy alacağını tahmin ediyordu. Ülkeyi “erken seçime” götürürken “MHP’siz Hükümet” isteyenlere ders vereceğini zannediyordu. Değil hükümet, Meclis de MHP’siz kaldı. AKP iktidarına döşenen bir “kırmızı halı” söz konusuydu…

Nurcusu, Nakşibendisi, Süleymancısı akla gelebilecek ne kadar tarikat/cemaat varsa artık hepsi için siyaset kapısı ve birliktelik mahalli AKP olacaktı. Daha önce başka partilere bölünen dinci cemaat oyları artık AKP’nindi. Cemaatlerin, tarikatların o günlere kadar vaki olan iç bölünmüşlük ve ayrışmaları da adeta ertelenecek, zaman içinde AKP bir “cemaatler koalisyonu”na dönüşecekti. Artık, AKP iktidarı ülkedeki bütün dinci gruplar, cemaatler ve tarikat yapılanmaları için bir ümit ışığı idi; cemaatler AKP ampulü etrafında uçuşan böcekler misaliydi. Bu cemaat ve grupların birincisi Nur Cemaatiydi. Erzurum, Malatya, Kastamonu, Burdur, Isparta, İzmir, Kahramanmaraş (adı geçen şehirler Nur Cemaatine önderlik eden kişilerle bütünleşmiş ve onlarla anılmıştır ki; bu konumuz değil) gibi şehirlerdeki farklı Nurcu yapılanmalar, kollar artık birleşmiş/ ya da sessizliğe geçmiş, yetki ve meydan “Hocaefendi” ve etrafındaki kadroya kalmış; AKP ile FETO’nun iktidar ortaklığı günleri başlamıştı. 2002 – 2012 arası “cicim ayları” olarak devam etti, sonra anlaşmazlık ve 15 Temmuz’a uzanan talihsiz süreç…

                                                   

HER YER, HER ŞEY AKP

Hani derler ya “her yol Paris”, AKP de iktidar olduğu günden başlayarak “siyasal İslam” ideolojisinden gelen kadrolarıyla hükümet, devlet, siyaset ve de ticaret hayatının göbeğine oturmaktaydı. Dini cemaat ve grupların şemsiyesi olmuş, “ne isterlerse veriyor” ve adı “maneviyatçı” olan bir gelenekten gelen kadrolar büyük bir maddi menfaat ve sebeplenme zincirinin halkaları oluyorlardı. Fethullah ve çevresindeki imamların organizesi ve iktidarla iş birliği sayesinde devletin kadroları, (ordu, emniyet ve yargı başta olmak üzere) imkanları ve en önemlisi de ülkedeki sermaye yapısı el değiştiriyordu.

YEME, İÇME, ÜLEŞME İTTİFAKI var gücüyle seyrediyordu. İktidar kadroları kendilerine sandıkta verilen bu fırsat ve imkânı var gücüyle kullanıyor; bir yandan elde olunan maddi-siyasi gücün tesiriyle hayatları boyunca siyasal İslam çizgisinde bulunmamış, bu işlerle ilgisi alakası olmamış kitleler adeta ikinci ve üçüncü halka olarak AKP etrafında şekillendiriliyordu. Bir yandan gönüllü (menfaatten, nimetten sebeplenme) diğer taraftan mecburcu (iktidara ters düşerek işinden gücünden olma endişesi) yeni AKP’li bir sınıf oluşturuyordu. Bürokrat kadrolar, iş ve ticaret çevreleri, yeni düzenin sendikaları, dernekleri, vakıfları, ele geçirilen medya ve akla gelen, gelebilecek her şey ile bir AKP düzeni, çevresi, sosyetesi, zengin sınıfı inşa ediliyordu, edildi de…

AKP’NİN ÖNLENEMEZ YÜKSELİŞİ

İşte bu yapılanma ve şekillenmenin getirdiği güç odağı, eskiden gelen liberal, muhafazakar, demokrat, kısmen milliyetçi insanların da (tarihte DP, AP, ANAP, DYP, MHP gibi partilere yönelmiş insanlar) AKP çizgisinde yer almalarına sebep olmaktaydı.

Özellikle “merkez sağ” kesim AKP’ye kaptırdığı bu avantaj durumundan rahatsızdı. AKP %50’ye yaklaşan oy oranına ulaşmış, bir referandumda tavan yapmıştı. %57. Milli Görüş hareketinden getirdiği %12-14’den fazla olmayan temel bir oy kaynağı vardı. Artık militan partili diye vasıflandırılacak (AKP’lileşen, iktidar ve belediyelerin etrafında yoğunlaşan, büyük menfaat birliğine ortak olan) olanların dışında AKP’de nereden baksanız %20-25 civarında “emanet” denilecek oy vardı. (Eski DP-AP geleneğinden gelenler, DYP’li, ANAP’lı, MHP’li seçmenler)

AKP’nin bu gelişmesi birçok çevreyi rahatsız ediyor, ülkenin içine düştüğü bir rahatsızlık olduğu inancında olan AKP’li olmayan çevrelerde siyasi çözüm arayışları sürdürülüyordu. Ülke AKP ile CHP’ye mahkum bir siyasi kilitlenmeye maruz kalmıştı. İktidarı, belediyelerin imkanlarını ve gücünü (kendine göre) değerlendirmede başarılı olan bir AKP ile muhalefet etmede (halka göre) başarılı olmadığı farz edilen CHP… Kilitlenen siyaset…

Niye kilitlenme? Her siyasi iktidar alternatifiyle vardır. Türkiye’de ise iktidar adayı olarak gözükmeyen bir muhalefet söz konusu idi. Bu iki partinin dışında kalan MHP’nin ise ne muhalefet etmeye ne de iktidar olmaya gönlü yoktu.

2007 SEÇİMLERİ ÖNCESİ İTTİFAK ARAYIŞLARI

2002Den seçimlerin yapılacağı 2007 yılına gelindiğinde memlekette siyasi ortam bu şekildeydi. Gelenekçi “milli görüş” çizgisinden getirdiği oylarının üzerine, cemaatler arası  ittifakla yeni bir oy tabanı elde etmiş; iktidar/belediye nimetleri etrafında büyüyen bir kitleyi militanize etmeyi başarmış bir AKP, 2007 seçimlerinin de favorisi gözükmekteydi. Solun bir puan altı bir puan üstüyle %25’lere kilitlendiği, MHP’nin %8-12 arasına (Meclise girebilme hedefiyle) razı geldiği bir ortamda büyüyen bir AKP gerçeği ortadaydı. Cemaatlerle ahbaplık, ortaklık üzerine kurulan yapıdan da taraflar şimdilik mutlu görünüyorlardı. Feto AKP’yi, AKP Feto’yu büyütmeye devam ediyordu.

Seçimlerin yaklaştığı günlerde bu gidişe dur diyecek siyaset arayışları hayata geçirilmek istendi. AKP’nin de oy tabanını teşkil eden kitleden oy koparabilecek siyasi çözüme ihtiyaç olduğunu düşünen çevreler ittifak arayışlarına giriştiler. Bu noktada çok önemli iki formül ortaya geldi ve fakat her ikisi de adeta yok edilerek  AKP için saha temizliği yapıldı.

Birinci arayış, “Demokrat Parti” formülü denilen ve sağ gelenekten gelen DYP ve ANAP’ın birleşmeleri veya seçime ittifakla girmeleri idi.

Görüşüldü, yol arandı çatı çatılmaya çalışıldı, Demokrat Parti formülü için anlaşıldı. Merkez sağ kitlelere, insanlara heyecan verildi ama bu iş olmadı, çatı çatılamadı, girişimler hüsran oldu. DYP ve ANAP ayrı ayrı seçime girdiler. İkisi de baraj altında kaldı.

Bu işin engellenmiş olduğuna, bozulup yürümemesinin sağlanması için çalışmalar yapıldığına ilişkin dedikodular/rivayetler muhtelif…

“DP formülü gerçekleştirilebilse netice ne olurdu?” siyasetin önemli sorusudur. Siyaset yorumcuları ve zamanın anketleri bu partinin veya ittifakın en az %13-16 bandında oy alabileceğini söylediler. Olmadı, ne oldu? MHP barajı aştı Meclis’e girdi.

AKP ve CHP dışında “merkez sağ” gelenekten gelen 3. Bir partinin temsil edilmesi halinde Türk siyasi hayatının geleceği ve kaderi değişir miydi? Bu da soru…

DP formülünün yürümeyeceğinin anlaşılması ve seçimlere AKP ve CHP dışında 3. Parti olarak MHP’nin girişinin kesinleşmesi üzerine MHP yönetimi “merkez sağ” seçmenin oyuna talip olabilir, bunun için formül üretebilirdi, YAPILMAMIŞTIR!... Ne 2007 seçimlerinde ne de sonrasında MHP’nin bu yönde bir gayreti görülmedi.

O tarihlerde bir başka ittifak arayışına daha şahit olduk, o da gerçekleşmedi… Engellendi mi? Bilmiyorum!.. Tahminim o yöndedir.

Saadet Partisi BBP yöneticileri görüşmeler yaptılar. MHP ile yolunu ayırmış bazı kişiler zaten BBP kadrolarındaydılar. (Muhsin beyle ayrılıp kurucu olanları kast etmiyorum, sonradan girenler oldu.) Bu ittifak ümidinin doğuşu ve görüşmeler sırasında MHP’li çok sayıda eski bakan, milletvekili, yönetici daha bu muhtemel ittifakta aday olmak düşüncesiyle BBP’e kaydoldular. Bir kısmı da sıradaydı. SP + BBP + eski MHP’lilerden oluşacak bir güç birliği yolunda yürünürken, bu konu da ne yapıldı, edildi rafa kaldırıldı. SP tek başına seçime girdi, Muhsin bey de Sivas’tan bağımsız aday oldu.

Gerçekleşmeyen (veya engellenen) bir formül de buydu. Gerçekleşebilseydi ne olurdu, baraj aşılabilir miydi? Soru işaretidir.

Bu iki ittifak arayışının sağlanamamış olması neticesinde MHP barajı aşmış, “merkez sağ” temsilcisi bir parti ise Meclis’e girememiş oldu.

İşte bu zaman sürecinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi neticesinde AKP kendi adayını Cumhurbaşkanı seçtirmiş oldu. “Bizim adayımız ayrıydı” iddiasına rağmen MHP’nin 367 çoğunluğa olan vaki katkısı AKP’ye ve Abdullah Gül’e Çankaya yolunu açtı.

Artık eli güçlenmiş, gücünden emin, cemaatlerin koalisyonunu sağlamış, ülkeyi FETO ile birlikte yöneten; muhalif kadroları (orduda, yargıda, bürokraside, emniyette, iş hayatında vs.) tasfiye eden bir AKP iktidarı söz konusuydu. Zenginleri multimilyarder olan, orta hallisi yeni zadegan sınıfı haline gelen, en fukarası devletten/belediyeden beslenen bir iktidar çevresi “ÜÇÜNCÜ DÜNYA ÜLKESİ”nin kötü bir örneği halinde gelişiyordu. (Guy Sarmon. Ulusların Yeni Zenginliği)

NE MUHALEFET NE DE İKTİDARA TALİP 

2007 seçimlerinde ve sonraki dönemde (2020’ye kadar süregelen yıllar, seçimler, politikalar) MHP’nin ortaya koyduğu/sergilediği siyasetin genel Türk siyasetine çok önemli yansımaları oldu.

Bir kere MHP’nin ısrarla ve daha önce arza çalıştığımız şekilde geleneksel “merkez sağ” seçmene hitap etmemesi; AKP’den çözülmesi muhtemel emanet oylara (DP, AP, DYP, ANAP, MHP tabanından AKP’ye giden) sahip çıkma iradesi sergilememesi sonucu olarak CHP ve HDP hariç tutulacak olursa, sağ kesim oyları diyebileceğimiz oylar için bir boşluk hali daima geçerli bir hadise oldu. AKP ve MHP’ye oy veren seçmen bu partilere olan tercihini zaman zaman değiştirerek devam ettirdi. Ama hiçbir zaman MHP etrafında şekillenmesi mümkün olan, AKP ve CHP dışında, büyük bir merkez hareketi; “merkez sağ”ın yukarıda tarif etmeye çalıştığımız seçmenini toplayabilecek bir partileşme olayı sağlanamadı. Bu işe talepkâr olmayan ve büyümeyi istemeyen- belki de büyümekten ve iktidardan korkan bir zihniyetin yönetimi – MHP,  %8-12 aralığında  oyalanan; %50 çoğunluk isteyen sisteme ve ittifaka verdiği destek sayesinde Meclis’e giren/girebilen bir parti olmayı tercih etti. MHP %20-25 bandına rahatlıkla ulaşabilirdi, bu imkânı elinin tersiyle itmiştir.

Hal böyle olunca da “merkez sağ” seçmenin hissettiği boşluk; nereye yöneleceğini bilememe problemi %20-25’leri bulma şansı olacak ve Türk halkını ve demokratik sistemi rahatlatacağına duyulan büyük bir siyasi parti/hareket ihtiyacı o gün, bugün devam etmektedir. Bu arayış yılları içerisindeki çekişmelerin İYİ Parti’yi doğurduğu tartışılmaz bir neticedir. Fakat konumuz bu değil…

AKP ÇÖZÜLÜRSE OYLAR NEREYE?

AKP ile birlik olma, AKP ile siyasetini ve kaderini bütünleştirme, AKP ile birlikte yoğurulma yol ve siyasetini tercih eden MHP, Türk siyasi hayatında ve demokrasisinde bir başka olumsuzluğun sebebi oldu.

Yukarıda bahsettiğimiz şekilde AKP bünyesinde başka siyasi geleneklerden gelen “emanet” olarak vasıflandırılabilecek çok önemli miktarda oya sahipti, halen de öyledir… Ayrıca 18 yıllık iktidarın “metal yorgunluğu”, yıpranmışlığı had safhadadır. “TEK ADAM SİSTEMİ” sanıldığının aksine işlememekte, her yerden defo vermektedir. Dış politikanın, dış ekonomik ilişkilerin, içeride ekonomik hayatın perişanlık yaşadığı açıktır.

“Milli gelir düştü” denince “ezan, “işsizlik %14 oldu” denince “bayrak”, “andımız ne oldu, T.C. levhaları söküldü, Öcalan TRT’ye çıktı” denince “Barış Pınarı, Afrin, Fırat Kalkanı”, “dış borcumuz filan milyar dolar” denince “tek vatan” vs. vb. laflara sığınmaktan gayrı sözün kalmadığı yerde bunları tekrar ediyor olmanın bir fayda sağlamamakta olduğunun farkına varan insan sayısı da gün geçtikçe ve her halde artacaktır. AKP’li, MHP’li birçok insan uyanacak ve adına “cumhur ittifakı” denilen siyaset şeklinin cumhurun mahvolmasına sebep teşkil ettiği inancı artık ufak ufak dillendirilecektir.

Nitekim son anketler bu yönde işaretler verir olmuştur. AKP ile aynılaşan bir MHP’nin AKP’den kopması muhtemel seçmen kitlesi için bir kurtuluş ümidi ve sığınağı olması imkansızdır… Sapasağlam ve yerinde duran bir MHP, hiçbir şey yapmasa AKP’den çözülmenin adresi olabilirdi…Fakat ne yapıldı ne edildi böyle bir imkân yok edildi, çünkü MHP vagonunu “TEK ADAM” lokomotifinin ardına bağladılar.

AKP = İNSAN HARCAMA MAKİNASI

2007 seçimleri sonrası AKP yürüyüşünü devam ettirirken bence göz ardı edilmemesi gereken çok önemli hususlar söz konusudur. 2002 – 2020 aralığındaki 18 yıl boyunca AKP iktidarında en üst seviyelerde görev yapıp (partide merkez yöneticisi, Mecliste yönetici, bakan, başbakan, milletvekili ve hatta cumhurbaşkanı seviyesinde) harcanıp bir kenara bırakıldığı apaçık olan isimleri hatırlayınız. Gözünüzü kapatıp şöyle bir hatırlamaya ve saymaya başlasanız onlarca, onlarca az olur yüzlerce insanın dışlanıp, kenara bırakıldığını görürsünüz. Bu iktidar kendi getirdiği bir cumhurbaşkanını, birkaç Meclis başkanını, birkaç başbakanı, kaç başbakan yardımcısını, onlarca bakanını, yüzlerce milletvekilini ve parti yöneticisini gözünün yaşına bakmadan silkeleyip kenara bırakıvermiştir.

Her ne kadar bir kısmı istişare kurulu, müşavir, yönetim kurulu üyesi vb. sıfatlarla oyalanıyorsa da – ya da eski konumlarını kullanarak iş takibi, ticaret vs.- eski hükümran gün ve güçlerinden çok uzakta oldukları açıktır. Bence bu hal çok büyük bir soru işaretidir. “Ben bu yolda yürürüm, yürüdüğüm yolda engel tanımam, babam olsa harcarım” gibi bir zihniyetin (partisini yönetmede bu kadar acımasız, şefkatsiz, fütursuz) ülkeyi yönetmede, TEK ADAM olarak neler yapabileceği tahmin bile edilemez. Ya da edilir!...

KORKUNÇ DIŞ POLİTİKA YANLIŞLARI

Bir diğer konu ülkemizin geleneksel dış politikasını ve uluslararası ilişkilerini alt üst eden, komşusu olsun olmasın, bütün ülkelerin içerisinde bulunan gruplarla kurulan ve yürütülen yanlış ilişkilerdir. Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de, Libya’da, Sudan’da, Tunus’ta, bu ülkelerin iç bünyelerinde bulunan ister iktidar ister iktidar ortağı ister muhalif ve fakat bahis konusu ülkelerin yaşadığı problemlerin sebebi olan gruplarla yürütülen münasebetler… “Siyasal İslamcı”, “İhvancı” vb. grupların kendi ülkelerine ve insanlarına zararı söz konusu iken bunlarla kurulan ve yürütülen iş birliği bir dış politika sorumsuzluğu olarak tezahür etmektedir. “Stratejik Derinlik” saçmalığı sadece bu ülkelerde zararımıza işlemiş değildir; ABD, Rusya, İngiltere, AB ilişkilerimizde de (hatta Müslüman ülkelerle olan ilişkilerimizde dahi) aleyhte roller oynamıştır.

AKP İKTİDARININ BİRİNCİ – İKİNCİ DÖNEMİ

2002 – 2012 aralığında sürdürülen AKP, FETO baharının dona çekmeye başlaması ile birlikte AKP’nin iç dengelerinde ve dış ilişkilerinde de değişiklikler olduğu gözlemlendi, FETO’nun AKP içine bıçak gibi saplanan; siyaseti, ticaretin, bürokrasinin, yargının, emniyetin, ordunun onulmaz ve onarılamaz yaralar almasına yol açan işgalinden kurtulabilmek bu dönemde iktidarı çokça meşgul etti. AKP’liler FETO’ya karşı yürüttükleri mücadele ile övünüyorlar… Hiç övünmesinler, çünkü hakları yok!... Kendilerinin sebep olduğu ve ülkeyi felakete götüren pisliğin temizlenmesi söz konusu…

Bu anlamda “BİRİNCİ AKP DÖNEMİ” ikiye ayrılarak değerlendirilebilir. 2002 – 2012 AKP, FETO flörtü dönemi ilk kısımdır. 2012’den 15 Temmuz’a gelinen bölüm ikinci kısımdır.

2002 – 2020 AKP iktidarı için yapılabilecek 18 yıllık bir tarih çalışmasının bu anlamda 2002 -2012; 2012 – 15 Temmuz aralığı olarak “BİRİNCİ DÖNEM”, 15 Temmuz sonrası için de “İKİNCİ DÖNEM” olarak anlatılması mümkündür.

Ancak, şahsen ben, anlatımda bu bakış açısından farklı bir dönem tanımlaması yapmak istiyorum.

Yukarıda arza çalıştığım gibi AKP iktidarı iki ana döneme (2002 – 2012 FETO birlikteliği) ve 2012 -2020 (FETO’dan sonra) ayrılabilir. Birinci dönem ise 2012 – 15 Temmuz aralığı itibarıyla alt bölümde incelenebilir.

Fakat ben 3 Kasım 2002’de başlayan AKP iktidarını incelerken bir başka metodla yaklaşmak/bakmak gerektiğine inanıyorum. 7 Haziran 2015 tarihi aslında “BİRİNCİ AKP İKTİDAR DÖNEMİ” bitiş tarihidir. 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 tarihi aralığı FETRET DEVRESİ gibi yaşandı. Ancak bu devrede başta 17 – 25 Aralık’ın soruşturulmaması gibi çok büyük bir sebep olmak üzere, 7 Haziran gecesinden itibaren kaybeden ve dolayısıyla aslında iktidarı sona ermeye mahkûm hale gelen AKP yeniden diriltildi, kaybettiği iktidarın yolu yeniden döşendi; müteahhit ise MHP ve sayın Bahçeli idi. Bu dönemde MHP ve Sayın Bahçeli bir taahhüt işi almış oldu. Direkt ihale midir, taşeronluk mudur? Bunu tarih yazacaktır herhalde… Fakat Meclis çoğunluğunu ele geçirmiş ve istediği bir kişiyi Meclis Başkanı olarak seçme; halkın beklentisi haline gelmiş araştırma komisyonlarını kurma (özellikle 17-25 Aralık soruşturma komisyonu gibi) imkanını elde etmiş muhalefet bu şansı kullanmadı. Daha doğrusu kullanmak gayretinde olmadı. Üstelik bir de yeniden seçim kararı alınıp 1 Kasım 2015’de de seçime gidilince, vatandaş 7 Haziran’da verdiği şansı/imkânı/oyu geri aldı ve dedi ki; “baktım ki sizden bir cacık olacağa benzemiyor, ben de 1 Kasım’da size değil yeniden AKP’ye kazandırırım…”  Kazandırdı da…

İşte size İKİNCİ AKP İKTİDARI DÖNEMİ… 2015 – 2020 aralığı, günümüze kadar. Beş sene… Bu dönemi de iki bölümde incelemek lazımdır. Anayasa oylamasına kadar ve Anayasa oylamasından sonra

 

AKP YERLEŞİK DÜZENE (!) GEÇİYOR

AKP iktidarının ikinci dönemi iktidar baskısının arttığı, fütursuz davranışların çoğaldığı, zenginlerin daha çok zengin edildiği, ülke ve belediyelerin kaynaklarının yandaşlara sorumsuzca aktarıldığı bir dönem oldu. Orduda, yargıda, emniyette, bürokraside iş ve ticaret hayatında, medyada başlatılmış ve yürütülmekte olan “partileştirme” süreci hız kazandı. Bütün bunları rahatlıkla yapıyor olabilmek için SİSTEM değişikliğine ihtiyaç vardı. AKP’nin istediği ve elde ettiği “sistem değişikliği” ülkenin daha rantabl yönetilmesine dair samimi kaygılardan mı kaynaklanmaktaydı, yoksa “sistem değişikliği”, yönetimde AKP’ye “dikensiz gül bahçesi” mi sağlamalıydı? İşte, otoriterleşme yolunda hızlı adımlar atılarak ilerlenirken bunun adının konması gerekliliği, ya da (kendilerine göre) mecburiyeti doğmuştu.

Hali yani mevcut durumu hukuka uydurmak gerekiyordu!...

 

DAHA AZ DEMOKRASİYİ OYLADIK!

Yavaş yavaş Meclis devre dışına çıkarılıyor, denge-denetim mekanizmaları muhtelif dokunuşlarlayok ediliyor; yargı, bürokrasi, emniyet hatta ordu Saray’a (daha o zaman Köşk) bağlı hale getiriliyor; kuvvetler ayrılığı, kuvvetlerin birliğine ve tek adam egemenliğine eviriliyordu. Yurtdışındaki yorumlara ve Türkiye’deki siyaset yorumcularına göre otokrasi yolunda otoriterleşme konusunda adımlar atılıyordu. Ancak, bu yürüyüşe bir hukukilik kazandırmak şarttı. İşte, Anayasa değişiklikleri, tek adam sistemine geçiş, yasamayı, yürütmeyi, yargıyı tek kişi iradesinde toplama hususu hukuki hale getirilmeliydi. Bu noktada getirilen SİSTEM (Anayasa değişiklikleri ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) bir oylamaya götürülmeliydi… %50, eşik-çıta olarak getirildi. Dünyada halkın oy vereceği, iradesine baş vurulan her demokratik hareket ve oylama, Magna Carta’dan beri daha çok demokrasi, daha çok katılım, daha adil temsil, adalet, hukukun üstünlüğü arayışları yönünden gerçekleştirilir. Yine dünyada ilk ve tek örnekle ve MHP desteğiyle daha az katılım, daha az demokrasi, daha az adalet, kuvvetlerin birliği, daha az hukuk gibi neticeler doğuracağı apaçık olan bir oylama ile SİSTEM değiştirildi. Demokrasinin, parlamenter sistemin, milli egemenliğin, halkın temsilinin, idarede katkısının/iradesinin temsilinin aleyhine olacak bir SİSTEM halka oylattırıldı. Halk, kendisi aleyhine oy kullanmış oldu. %50 aşıldığı gün, bence Türkiye için değil, bütün dünya siyaset ve hukuk tarihi açısından TERSİNE İŞLEYEN BİR MİLATTIR!...

Yurtdışından Türkiye siyasetini yorumlayan çevrelerin ve Türkiye’de de siyaset gözlemcilerinin iddia ettikleri gibi, otokrasiye geçiş, otoriterizm yolunda yürüme neticesi getirecek siyasette ve hukukta örneği olmayan bir SİSTEM halka oylattırılmıştır.

MUKTEDİR VİTES DEĞİŞTİRECEK

O gün bugündür iktidar eyleyenler ve o iktidarın TEK MUKTEDİRİ, bu muktedir etrafında şekillenen bir OLİGARŞİYİ daha da pekiştirmek telaşındadırlar.

Ancak, şu anda önlerinde bir AÇMAZ görünmektedir. Kendi getirdikleri, getirirken büyük iddialarla sundukları; oylaması sırasında adeta bu işe baş koydukları SİSTEM önlerinde ÇIKMAZ SOKAK olmuştur.

İktidarlar için ÇIKMAZ SOKAK görününce DARBE söylentileri, ERKEN SEÇİM dedikoduları çoğalır, piyasa bunlardan geçilmez… Ülkemiz bugün bunları yaşıyor.

Görünen odur ki, AKP iktidarı Anayasa değişiklikleri hakkındaki (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve Cumhurbaşkanı seçimine dair) kendi sisteminden artık rahatsızdır. Bir tren yolu bahis konusu ise “ray değiştirme”, bir sürücülükse konu “vites değiştirme” şarttır, zamanı gelmiştir; gelmiştir de nasıl ve ne şekilde bir laf değiştirme ile konuyu izah edebileceklerdir?

Bu zor soruya cevap aramakta oldukları kesindir.

NETİCE

Netice 1.  Gelinen noktada yadsınamaz hale gelen bir Türkiye gerçeği var.

  1. AKP İKTİDARI BU SİSTEMİ (CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİ) BÜYÜK BİR İDDİAYLA ORTAYA ATMIŞTIR. SİSTEMİN HUKUKİ GEÇERLİLİK KAZANMASI İÇİN VARLIĞINI ORTAYA KOYMUŞ; ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE GİTMİŞ, SİSTEM VE SİSTEMİN GETİRDİĞİ CUMHURBAŞKANI %51 İLE KABUL GÖRMÜŞTÜR.

  2. %51’İ AKP TEK BAŞINA DEĞİL, MHP İLE CUMHUR İTTİFAKI KURARAK ALMIŞTIR…

  3. CUMHUR İTTİFAKININ YAPILACAK BİR SEÇİMDE %51 OYU BULMASI İMKANSIZDIR. (Babacan ve Davutoğlu’nun %10’u aşarak Meclis’e girebilmeleri mümkün görünmüyor ama %1-2-3-4’lerde alacakları oy bile Tayyip Bey’in %51’i bulamaması demektir.) Kaldı ki, anketler ve görünen her şey, AKP ve MHP müşterek oyunun (Cumhur İttifakı’nın devamı halinde) SİSTEMİ VE SİSTEMİN GETİRDİĞİ CUMHURBAŞKANINI AYAKTA TUTMAYA YETMEYECEĞİ yönündedir.

Netice 2. ÖYLE İSE CUMHURBAŞKANININ BU ŞEKİLDE SEÇİLMESİNİ SAĞLAYAN SİSTEM ARTIK AKP’NİN İŞİNE YARAMAYACAKTIR!...

2 X 2 = 4 GERÇEĞİ

Netice 3. CUMHURBAŞKANININ %51’LE SEÇİLEBİLECEĞİ MEVCUT SİSTEMİ; DOLAYISIYLA ANAYASAYI VE İLGİLİ KANUNLARI DEĞİŞTİRMEK ELZEMDİR!...

Netice 4. AKP’NİN AKLINDAN/GÖNLÜNDEN GEÇEN BUDUR, AMA 18 SENEDİR SÜRDÜRDÜĞÜ ERKEKSİ TAVRA HALEL GETİRİR!...

AKP’nin demokrasiye işlerlik ve kolaylık kazandırma iddiasıyla Milletin önüne getirip oylattığı, ANAYASA VE YENİ HUKUK SİSTEMİ VE CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİ, AN İTİBARIYLA AYAĞINA DOLANAN DERT HALİNE GELMİŞTİR.

Türk siyaset ve demokrasi hayatı AKP sayesinde yeni bir hukuki çıkmazla karşı karşıyadır. AKP, daha önce karşılaştığı “çıkmaz sokak”ı, dünyada eşi, emsali görülmemiş bir ucube olan CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİ ile çözmek istemiş; bu konu için Anayasa ve hukuk sistemini değiştirmiş, yanına aldığı MHP desteğiyle de %51’i aşarak açmazı açmış, çıkmazdan çıkmıştı.

Şu an kendi getirdiği SİSTEM kendisini yine bir açmaza, çıkmaz sokağa sürükledi.

Türk siyaseti bu anlamda hukuki açmazla karşı karşıyadır.

Aslında açmazda olan, çıkmaz sokağa dalan AKP’nin kendisidir… Bakalım şimdi ne FORMÜL BULACAK? Akıllarından neler geçiyor merak içerisindeyim.

Bu kendince/kendimce yorumları yaparak sizlerle paylaşma gayreti içinde olduğum şu 8-10 günlük süre içinde yapıldığı söylenen ve açıklanan muhtelif anketler ve bu anketlere dayalı birçok yorum medyaya ve siyasetin ortasına düşürüldü. Bunlardan benim anladığım sonuç (daha doğrusu bu anketlerle anlatılan) özetle şudur; Cumhur İttifakı neredeyse ve zorlasa %55-56 oylara ulaşacak güçtedir. (AKP oy kaybetmiyor, %43-44’leri bulacak gibi, MHP’de baraj problemi gözükmüyor %11-12 oy alacak gibi) Yani Cumhur, biraz zorlasa yine aynı sistemle kazanacaktır… İddialar (veya algı çalışması) bu yönde. Aynı iddiaların sahipleri İYİ Partiyi baraj altı, CHP’yi de %22-23’lerde göstermekteler. Yani oyunu yükselten %25’leri aşarak %30’lara dayanan bir CHP’nin ve barajı aşıp, mesela %13-14 oy alabilecek bir İYİ Parti’nin hayal olduğu algısı üzerine yoğunlaştırılmış bir çalışma… Aynı çalışmalar, “Gelecek” ve “DEVA”nın neticeyi tayinde bir kıymet i harbiye ifade etmeyeceğini vurguluyor.

Bu gerçek mi, bir algı çalışması mı? Yakında kokusu çıkar… Önemli olan ve bir algı çalışması ise kandırılmak istenen veya gaza getirilmek istenen hedef neresidir? Eğer bunlar doğru ise, yukarıda yaptığımız analiz ve NETİCEYE dair görüşlerimizin tersi olacak demektir. Yaşayıp göreceğiz.

Son üç beş gün içinde bir başka tiyatroyu daha seyreder olduk. Gerçekten de ülkede peşpeşe yaşanan olaylar, siyasetin tarafı ve oyuncusu olan kişi ve partilerin ne yapmaya çalıştıkları; ya da siyasi algı operasyonu meraklısı olup da siyaset aktörlerini elinde avucunda oynatmaya alışmış odakların yeni sahneledikleri oyunları hayretle izliyoruz…Başımız dönüyor.

Abdullah Gül, Babacan ve Davutoğlu MHP okçularının hedefine oturtuldu. Tayyip Bey’e “ihanet”lerinin hesabını MHP’liler sorguluyor. Türkiye’de değil dünyada bile görülmedik bir durum… Davutoğlu iktidar kapısının sadakat ehli gazetecilerince Akit TV’ye çıkarılıyor, Bahçeli “baraj düşsün, Siyasi Partiler Kanunu değişsin” diyor. Biz Anayasa böyle olmaz, bu %50’li sistem sakıncalı, bu sistemle ülke zarar görür diyorduk, onlar bu sistem ülkeyi zıplatacak diyorlardı…

Süleyman Bey’in “dün dündür, bugün bugündür” lafı çok masum kaldı. Bunların hepsi yanar döner oldu!...

bottom of page