POSTMODERN FAŞİZMİN NEOLİBERAL VİTRİNİ : SİNGAPUR
Bahadır Selim DİLEK

Sir Stamford Raffles, 29 Ocak 1819 sabahı Malaya’nın hemen güneyinde, o zaman sadece küçük bir balıkçı köyünün bulunduğu adaya İngiltere için bir liman kurmak üzere çıkarken buranın 200 yıl sonra dünyanın ultra lüks bir şehir devletine dönüşeceğini tahmin edebilir miydi, bilmiyoruz.
Bugün Singapur, dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alıyor.
Üstelik, hiçbir doğal kaynağı ve tarıma elverişli arazisi yok. Ekonomisi büyük ölçüde ticarete dayanıyor.
Doğu-Batı ticaret yolu üzerindeki stratejik konumuyla ulaştırma, bankacılık, sigortacılık, haberleşme, tamirat ve depolama hizmetleri veriyor.
Son yıllarda endüstri alanında da sıçrama yapmış.
Kişi başına düşen milli gelir, 78 bin 162 ABD Doları. Yani, Türkiye’nin yaklaşık sekiz katı.
Ülkeye adım atmanızla birlikte bu refahı görebiliyorsunuz.
Gördüğünüz sadece zenginlik değil.
Ülkenin tamamı; sokakları, yolları, kaldırımları, parkları, bahçeleri, artık aklınıza gelen neresi varsa, “bal dök, yala” denilecek kadar temiz.
Belli ki inanılmaz bir takıntıları var.
Temizlik hastası anneler ve eşler için ideal bir ülke diyelim ve devam edelim.
Mesela sokakta sakız çiğneyip tükürmek yasak, yere çöp atmak da, sigara içmek de!
O yüzden yerlerde sigara izmariti ya da asfaltın üzerine veya kaldırımlara yapışmış sakız görmeniz mümkün değil.
Kimse elindeki peçeteyi, pet şişeyi ya da alışveriş poşetini yere atmıyor. Sokaklarda neredeyse hiç çöp kutusu yok. Buna rağmen tertemiz.
Batılı ülkelere gidenlerin korkulu rüyası olan “taharet musluğu” krizi Singapur’da yaşanmıyor. Klozetin yanına asılan küçük duş başlığı şeklindeki aparatla meseleyi tertemiz çözüyorlar.
Halka açık tuvaletlerin hijyeni kıskanılacak boyutta.
Bir zamanlar, ülkelerin gelişmişlikleri ile evcil hayvan sahipliği arasında doğru orantı olduğu söylenirdi. Bu batılı ülkeler için mümkün ama Singapur için durum biraz farklı. Evcil hayvan beslemenin şartları çok ağır. Sağda solda köpek gezdiren pek fazla insan yok.Küçücük adada inanılmaz bir şehir yaratmışlar.
Gökyüzünü delip geçecekmiş gibi duran gökdelenlerin arasında yemyeşil parklar ve bahçeler var. Devasa binaların balkonlarında bile ağaç yetiştirmişler.
Üst geçitlerin korkulukları rengarenk çiçeklerle kaplı.
Şehrin genel havası bir miktar New York’u andırıyor ama özellikle yüksek sezon tabir edilen yaz aylarında gidenler bilir, ünlü 42. Cadde bile lağım kokar, metrosunda fareler adeta cirit atar. Ara sokaklarda çöp yığınları kimselere geçit vermez.
Singapur’da bunlar söz konusu bile değil.
Kentin nabzının attığı Raffles Place’in civarına konumlandığı Singapur nehri tertemiz. Tropikal iklim olmasına rağmen ne sivrisinek var ne de karasinek.
Kentin inanılmaz planlı işleyen muhteşem bir metro ağı bulunuyor.
Bütün Singapur’u metro ile gezmek mümkün. Aslında buna çok gerek yok. Çünkü, kentin merkezinde hemen her yer yürüme mesafesinde. Singapurluların mesafe algısı ada ölçeğine göre şekillendiği için onların uzak olarak gördükleri bize yakın geliyor.
Her yer gibi metro da pırıl pırıl Sokakta hiç kirli araba görme şansınız da yok. Çünkü kimse çamur nedir bilmiyor. Dünyanın nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu ülke burası ama insanlar ne metroda ne de trafikte üst üste yolculuk yapıyor. Otobüsler tıklım tıkış olmadığı gibi trafik sıkışıklığı yok. Üstelik kentin merkezindeki otoparklar bizde olduğu gibi sürekli “dolu” değil.
Kentin mimari geçmişine de büyük önem veriyorlar. İngiliz sömürgesinde oldukları dönemi reddetmemişler. Hatta fazlasıyla içselleştirmişler.
Eski fotoğraflarına bakınca binalarıyla, sokaklarıyla, otelleriyle sanki Londra’nın Güneydoğu Asya’ya taşınmış olduğu hissiyatına kapılsanız da bunların önemli bir bölümü 2. Dünya Savaşı’ndaki Japon işgali sırasında yıkılmış ve yok olmuş.
Şimdi savaştan sağlam çıkmış ellerinde kalan bütün yapıları itinayla koruyorlar.
19. Yüzyıl İngiliz tarzı büyük binalar ülkenin en lüks otelleri, müzeleri olarak kullanılıyor.
Singapur nehrinin hemen kıyısında Nazilli bardağı gibi dizilmiş o dönemin mirası iki katlı liman evleri şimdi, restoran, bar veya cafe olarak hizmet veriyor.
Singapur’da Malta Şövalyeleri’nin temsilciliği bile bulunuyor. Son olarak Slovenya’nın Başkenti Ljubljana’da görmüştüm. Tabii, Slovenya neresi, Singapur neresi…
Buralarda dünya mutfaklarının karışımını bulmak mümkün. Mesela, Hintlilerin ünlü masalası ile yapılan karidesli Meksika Taco’su yeme şansınız var. Veya Vietnam usulü yapılmış İspanyol yemeği de tercih edebilirsiniz!
Singapur’da yemek mevzusu açılmışken ülkedeki Türk restoranlarını da atlamamak gerekiyor.
Kentin Müslümanların yaşadığı yine İngiliz Sömürge döneminden kalan evlerin olduğu turistik bölgesinde çok sayıda Türk restoranı var. 15 yıl önce sadece bir Türk lokantası hizmet verirken, bugün aynı bölgede neredeyse üç restorandan biri Türklere ait.
Ama nedendir bilinmez, restoran işletmeciliğinde bile Araplara, Osmanlı’ya bir öykünme söz konu. Türk, Arap yemekleri yapan da var, Anadolu, Lübnan mutfağı olduğunu söyleyen de, adına Osmanlı deyip, kapısının önüne İki yeniçeri heykeli diken de…
Döner, İskender, pide ve Adana kebabı da atlamayalım.
Alanyalı Mehmet Şef, iki yıl önce gelmiş Singapur’a, alıştın mı diye sordum. “Havası bizim Alanya gibi, noolcak ki alışmaya” dedi.
İşleri iyiymiş, “Allahaşükür”
Kapılarında üzerinde Türk bayrağı olan tişört giymiş Hintlilerin değnekçilik yapıyor olması ayrı bir ilginçlik tabii…
Ülkenin sosyal yapısı da çeşitlilik gösteriyor.
Bu bölge, Malay yarımadasının en güney ucu. Dolayısıyla halkının da Malay olması gerekirken, sömürge dönemiyle Çin’den büyük bir göç almış. Yarımadada kauçuk ve kalay üretimi için Çin’den işçi getirmişler ve bir süre sonra gelenler Singapur’a yerleşmiş. Nüfus da Çinliler lehine hızla değişmiş.
Bugün ülke ekonomisini domine edenler Çin asıllı Singapurlular. Malaylar, toplam nüfusun yüzde 13’ünü, Hint kökenliler yüzde 9’unu oluşturuyor. Ülkenin genelinde Çin etkisini görmek mümkün.
Ülkenin resmi dilleri de Çince, Malayca, Tamilce ve İngilizce olarak belirlenmiş. Singapur’da Müslüman nüfusu sadece Malaylar ve Hint kökenlilerin bir kısmı oluşturuyor.
Ülkenin görünen yüzü böyle!
Şimdi gelelim, Singapur’un görünmeyen yüzüne.
Nüfusu 6 milyon civarında. Bu nüfusun sadece 2 buçuk milyonu Singapur vatandaşı. Geri kalanı, hizmet veya imalat sektöründe çalışan yabancı işçiler.
Ağırlıklı olarak Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’ten geliyorlar ve bunlar tabiri caiz ise ülkenin yok sayılan insanları!
Singapur’un imajı bozulmasın diye gözden ırak toplu konutlarda yaşayıp hayata tutunmaya çalışıyorlar. Buraları adeta 2. Dünya Savaşı’ndaki gettoları andırıyor.
Çoğu, kazandığı parayı memleketteki ailesine gönderiyormuş.
Üç aşağı beş yukarı bizim gurbetçilere benziyorlar ama ilk gittikleri yıllarda bile Türklerin Alman toplumuna karışmasının önünde çok fazla engel bulunmuyordu.
Singapur’da bu ayırım son derece keskin.
Bu ülkedeki refah insanların ağzından burnundan çıkıyor ama demokrasi, insan hakları ve özgürlükler konusunda aynı şeyi söylemek hiç mümkün değil.
Singapur’da aslında utangaç bir faşizm var. Sadece bunu zenginlikle, ihtişamla, temizlikle, düzenle kamufle etmeye çalışıyorlar.
Ülke hala bağımsız olmadan önce 1959’da başa gelen Halkın Hareketi Partisi tarafından yönetiliyor.
Yakın tarihi oldukça ilginç. Singapur’un o dönemki yöneticileri 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Malezya’ya bağlanmış ancak daha sonra Singapur’da artan Çinli nüfusunu kendileri için demografik bir tehdit olarak gören Malaylar 1965 yılında “tak sepeti koyuna herkes kendi yoluna” diyerek ipleri koparmışlar.
9 Ağustos 1965’te bağımsızlığını kazanmış. Ancak, o dönem tarıma elverişli arazinin oldukça düşük olduğu ülkede bir dizi reform hareketi başlatılmış.
Eğitimsiz nüfus sorunu, altyapı yetersizliği, doğal kaynak yoksunluğu hükümeti otoriter bir rejim kurmaya yöneltmiş.
O günden bugüne ülke geliştikçe gelişmiş ama demokraside, insan haklarında bir arpa boyu yol gidememiş.
Zaten mevcut yönetimin böyle bir derdi yok. Toplum üzerindeki baskısını ve denetimini hiç azaltmıyor. Üstelik son yıllarda bunu yapay zeka kullanarak pekiştirme yoluna gitmiş.
Yani ülkeyi baskıyla yönetiyor olmanın konforundan çıkmak istememişler. Özel sektörü bile istedikleri yönlendirebiliyorlarmış.
Ülkeye adım atar atmaz bu baskıyı ve denetimi hissediyorsunuz.
Mesela pasaport kontrolünden önce ülkeye giriş formunu doldurmaya çalışırken hemen yanınızda bir görevli peyda oluyor ve size kibarca yardım ediyor.
Yine, yürüyen merdivenlerde bavulunu düşürmüş bir turisti beklerken, başka birisi hemen yanınıza gelip sizi farklı bir çıkışa yönlendirebiliyor.
Yardımcı olma adına sizi sürekli takip eden görevlilerle karşı karşıya geliyorsunuz.
Metroda yanlış trene yönlendiğiniz anda bir görevli aslında nereye gitmek islediğinizi biliyormuş gibi size doğru hattı gösterebiliyor.
Salvador Dali’nin uluslararası bir bankanın önündeki heykelinin fotoğrafını çekerken bile görevliler sizi rahat bırakmıyor. Neredeyse kol mesafesine kadar gelip bakışlarıyla sizi taciz edebiliyorlar.
Galiba onlara göre herkes olağan şüpheli!
Ülkenin her yeri kameralarla dolu. Öyle tek tek değil, aynı direk üzerinde farklı yönlere bakan onlarca kamerayla takip ediyorlar.
Attığınız her adımdan haberleri oluyor.
Metro istasyonlarında güvenlik görevlilerini kutsayan, onların önemine dikkat çeken büyük boy reklamlar adeta gözünüze sokuluyor.
Bütün AVM’lerin reklam panolarında internet üzerinden yürütülen fuhuş sektörüne karşı uyarılar yer alıyor. “You want honey, she wants your money” denilerek bu işlere meyletmeyin mesajı veriliyor.
Hükümetin baskısı sadece günlük yaşam rutinleri üzerinde değil. Burada suç ve ceza arasında makul bir orantı yok. Cezalar inanılmaz ağır. Uyuşturucu kullanımı ve kaçakçılığının cezasının idam olduğu yönündeki uyarı daha uçak havaalanına iner inmez yapılıyor.
Kamu düzenini bozucu davranışlar, mesela sarhoş olup bağırıp çağırmak gibi veya kadınları taciz etmek gibi; saldırı, gasp, hırsızlık çok ağır biçimde karşılık buluyor. Hükümetin bunlara yönelik hiç bir tavizi yok.
Bu suçları işleyenlerin turist ya da yerli olması hiç önemli değil.
Öyle sağda solda, restoranda, parka, bahçede sevgilinize, eşinize veya arkadaşınıza sarılmanız filan da yasak. Kocaman kocaman uyarı levhaları var.
Müze, eğlence merkezleri gibi yerlerin girişlerinde büyük ekranlarda, “Biz size karşı saygılı ve kibar davranıyoruz. Bize de aynı şekilde davranmanızı bekliyoruz. Bize yönelik sözlü ya da fiziksel tacizinizi tolere etmeyeceğimizi bilin” mealinde yazılar bulunuyor.
Yani size önceden güzel bir gözdağı veriliyor.
Singapur’un ülkeyi oluşturan etnik ve dinsel grupları bir arada tutabilmek için böyle otoriter bir sisteme ihtiyacı olduğu savunuluyor.
Refahın üretilmesi ve paylaşılması için bunun zorunlu olduğunu düşünmeleri, dünyanın bu coğrafyasında makul görülebilir amma velakin gelişmişlik ve demokrasi arasındaki ilişkiyi tamamen yok saymanın dünyayı yeni bir ortaçağa sürükleyeceği de su götürmez bir gerçek.
Ezcümle; gelişelim, refahımız artsın, zenginleşelim ama bunun için temel hak ve özgürlüklerimizden, demokrasiden, insan haklarından vazgeçmeyelim.
Yaşadığınız yer Singapur gibi görünürde cennet-ü ala olsa da bize ait, temel hak ve özgürlüklerimizin itinayla korunduğu, devletten korkmadığımız ancak güvenebildiğimiz; diğer bir değişle rahat rahat nefes aldığınız bir dünyanız olmalı diyerek izlenimlerimize noktayı koyalım.
Malezya’dan izlenimlerle devam edeceğiz.